Sezai Karakoç, şairi “üzerine büyük bir arı konmuş” ağaca benzetir. Oğul, her biri bir duyguyu, bir düşünceyi vızıldatan kelimelerdir. Oğul (kelimeler) ve ağacın (şairin) bir süre birlikte yaşamalarından şiir vücut bulur. Bu oluşum da şöyle özetlenebilir: Daima bu kelimelerin büyük uğultusu içinde olan şair, nereye gitse, kelimeler bulutu da peşinden gider. Bir süre, şuraya buraya konan bu kelimelerden bir kısmı ölür: “Telef olur. ” Bir kısmı çeker gider; kaybolur. Geriye kalanlar, yani şairle birlikte yaşayanlar, beslenir, büyür, gelişir, boyuna kendini toparlar ve nihayet eser verme vakti gelip çatınca, bildiğimiz mücerret kelimeler gitmiş, yerini şiirin içindeki kelimeler yani “şiirin kelimeleri” almıştır. Yani günlük hayattaki bildik-tanıdık kelimeler, başka bir kimlikle karşımıza çıkmıştır.
İşte, “şair, kafasına üşüşen kelimeleri çarmıha gere gere ve kendisi de o kelimelerle birlikte çarmıha gerile gerile, doğum acıları içinde kıvrana kıvrana şiirini biçimlendirir. Şiir, ebedî biçimini bulduğu an, oluş bitmiştir, metamorfoz tamamlanmıştır. Arı ve ipekböceği geride kalmıştır. Bal ve ipek hazırdır. Şiir tamdır” (Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları I, Diriliş Yay. , İst. 1982, s. 80)
Şairin kelimelerle birlikte bir takım duygu ve düşünceleri çarmıha gerişinden sonra “şiir doğar, aydınlanır. ” Adeta, “cennet ayağa kalkar ve yürür.
(Turan Karataş, Doğunun Yedinci Çocuğu Sezai Karakoç, Kaknüs Yay. , 2. Bs. İst. 1998, S. 445-446)
0% |